İncilay ÖZDEMİR
Zamansız kadın, kelimelerin sultanı, Sezen Aksu'nun eşsiz yorumuyla, "Ünzile" şarkısını dinliyorum şu an. Daha şarkının başındayken boğazıma bir düğüm oturdu bile...
Bu şarkıyı sonuna kadar dinleyebilecek miyim? CD'yi durdursam mı acaba! Ya göz yaşlarımı tutamazsam? Ya biri görürse beni ağlarken? Sırası mı şimdi, eşi, dostu üzmenin... Bir derdim olduğunu düşünüp, olmadık sorular soracaklar. Nasıl açıklarım Ünzile'ye ağladığımı:
"...Hem çocuk, hem de kadın
on ikisinde ana..."
Sahi, Ünzile ne yapıyordur? Çocuğu, çocukları büyümüş müdür? Kız çocuğu varsa, o da anneciği gibi, köyün en son çitine gitmekten korkar mı?
"...Korkar durur gitmez
köyün en son çitine
inanır o sınırda dünyanın bittiğine
Ünzile insan dölü
Bilinmezler gebe
Sırların minbetini yüklenip de beline...
Varmadan sekizine
Ergin oldu Ünzile
Hem çocuk hem de kadın
on ikisinde ana
bir gül gibi al ve narin
bir su gibi saydam ve sakin
susar kadın Ünzile
yağmuru kim döküyor
Ünzile kaç koyun ediyor
dayaktan uslanalı hiç birşey sormuyor......
Sözleri Aysel Gürel'e, bestesi Onno Tunç'a ait bu esere, yenik düşerek, ağlıyorum nihayet.
Günümüzde,kadınlar, cahiliye dönemindeki gibi, çağdışı, insanlık dışı uygulamalara, farklı şekillerde, maruz kalabiliyorlar. cahiliye döneminde, yaşarken, babası tarafından, toprağa gömülen kız çocuğu, bu zamanda Ünzile ya da başka isimlerde tekrar karşımıza çıkıyor. Onlara da yaşarken, cehennem hayatı yaşatılmaya çalışılıyor.Kadına karşı uygulanan baskılar, gelenek, kültür, din kılıfları altında sürüyor.
Kadın, toplumun bazı kesimlerinde, mal gibi görülüyor. Töre cinayetleri, namus cinayetleri gibi vahşetler yaşanıyor.
Yaratıcılık vasfına en yakın olan,rahminde, canında can taşıyan,
insancıkları ortaya çıkaran, bu tanrısal ruhlar olan kadınlar, her alanda etkinsizleştirilmeye çalışılıyor.
Kadını böylesine yok saymak, kendini, varlığını yaratan Tanrıyı bilmezlikten gelmektir.Bu insanlık suçu, tarih boyu yaşanmış;
Hindistan'da 1826'da kanun dışı olmuş"Süti" diye bir gelenek varmış."Süti", suçsuz, bir kadının hayatına son verilmesiymiş.Kocası ölen kadın, istese de, istemese de, kendi hayatına vahşice son vermek zorundaymış.Nasıl mı? "Süti" geleneğine göre; Ölen erkeğin cesedi yakılır,ölen erkeğin, karısının da, bu ateşe atlaması beklenirmiş. Bunu, kadını sosyal bakımdan korumak adına yaparlarmış!
Batı ülkelerinden birinde, kadını kocası başkasına satabiliyormuş.Bu iğrençlik, kanunen meşru sayılıyormuş.
Yine batı, dini inaç kılıfı altında, Havva'yı, insanların cennetten kovulmasının, baş suçlusu olarak görüyormuş.Yani Kadın, şeytani varlık olarak görülüyor!
Kadının bir ruhu olup olmadığı bile tartışma konusu yapılabiliyormuş.
Ancak eski Türk toplumlarına bakıldığında, aile, önemli sosyal birlik kabul edilir. Ailenin temsilcisi kadının yeri toplumda, yüksek mertebedeydi.Türk destanlarında kadına, yüce varlık olarak yer verilirdi.Kadın her zaman erkeğin yoldaşı, bereket kaynağı, barışta karar meclisinde olan kişiydi.Kadınlar, Devlet Başkanı bile olabiliyorlardı.Kadın kutsal varlıktı...
İslamiyet sonrası dini yanlış yorumlayan, kötü zihniyetli gericiler, kadını toplumdan, hayatın kaendisinden soyutlamaya çalışmış, bunda da başarılı olmuşlardır.Ancak, çağların ötesindeki Atatürk 1935'te, Türk kadınına seçme-seçilme sahip olmak gibi, pek çok özgürlüğünü vermiştir.
Toplumlar çağ atladıkça, medeniyete, insanlığa daha da yaklaşması gerekirken, yerinde saymaya, hatta gerilere gitmeye kalkışabiliyor.
Biz insanlar,aklımız, şuurumuz gelişeceğine, dünya tersine dönüyormuşcasına ilkelliğe doğru yol alabiliyoruz.Kadın ve erkeğin, insan olma şuurunu, ortaya koymalarıyla, toplumlar ancak huzuru bulabilir...
Mevlâna'nın Mesnevî eserinden, kadını yücelten, beyitlerinden birine yer verelim:
Kadın, Hak nurudur, sevgili değil...
Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değildir!
Yorum Yazın