Zekâ seviyemiz, eğitim ve öğretimlerimizden arda kalan, kişilik ve davranışlarımıza yapışık olanlar ve elbette yaşadıklarımızdır bizleri bir seviyeye çıkaran. Duygusal zekâ, analitik zekâ gibi, süreçle alakalı hızlı düşünebilmek ve o an için elimizde olan olanaklara bakarak hareket etmek, tavır almak, atak davranmak ya da pasif kalmayı tercih etmek. Bakın bu alıntı yaptığım anekdot sizleri düşündürecektir, hangisi daha akıllı diye.
..
Einstein konferanslarına hep özel şoförü ile gidermiş. Yine bir konferansa gitmek üzere yola çıktıkları bir gün şoförü
Einstein'a; "Efendim, uzun zamandır siz konuşmanızı yaparken
ben de arka sıralarda oturup sizi dinliyorum ve neredeyse söyleyeceğiniz her şeyi kelimesi kelimesine biliyorum" demiş. Einstein gülümseyerek ona bir teklifte bulunmuş:
"Peki, şimdi gideceğimiz yerde beni hiç tanımıyorlar. O halde bugün palto ve şapkalarımızı değiştirelim, benim yerime sen konuş, ben de arka sırada seni dinlerim."
Şoför, gerçekten çok şahane ve başarılı bir
konuşma yapmış ve sorulan bütün soruları doğru
cevaplamış. Tam yerine oturacağı sırada bir kişi, o güne kadar konferansta sorulmamış ağır bir fizik sorusu sormuş.
Şoför, hiç duraksamadan soruyu soran kişiye dönüp:
"Böylesine basit bir soruyu sormanız gerçekten çok
garip" demiş. Bunu benim şoförüm bile cevaplayabilir diyerek salonun arkasında oturan Einstein'ı işaret ederek şöyle devam etmiş:
"Şimdi size arka sırada oturan şoförümü çağıracağım ve sorduğunuz soruyu, göreceksiniz, o bile cevaplayacak."
..
Akıllı olmak sadece her şeyi bilmek değil, neleri bilip neleri bilmediğini de bilip, bilmedikleri karşısında da en doğru manevrayı yapıp, doğru, sevimli, sempatik ve akılcı sonuca ulaşmaktır. Bu tavır için yaklaşım şekli için “uyanıklık” kelimesini kullanmıyorum, şık olmaz. Duruma göre çözümsel yaklaşım, olumsuz halde boğulup kalmak yerine, çevik, atak, işlemci hızını artırma gayreti insanı başarıya, pozitif neticeye ulaştırır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün başarısını anlama çabamızda, ülkemizin kurucusu, devrimlerin hayata geçmesinde aktif rol alan lider, mucize bir insan gibi çokça yakıştırmalar yapabiliriz ki, doğrudur. Atatürk örneğiyle şu ayrıntıyı vurgulamak, altını çizmek isterim. İmparatorluğun çökmesi ve ülkemizin zapt edilme hali gerçekken, düşman güce karşı cephanesiz, bilgisiz, deneyimsiz Anadolu insanı dışında hiçbir şeyimiz yokmuş. Akıllıca sahip olduklarımız değerlendirilerek doğru bilinerek, kim, kimlerden, ne zaman ne kadar destek alabilirimi doğru hesaplayarak, tam bir strateji uzmanlığı, deha lığı sergileyerek başarı mümkün olmuş, zafer kazanılmıştır.
Peki, Einstein'ın şoförü ile Atatürk kıyası yapmak doğru mu? Elbette değil. Einstein'ın şoförü tavrı ve çevik kararıyla güzel bir anıyı hayatına katmıştır, bizler milyonlarca insan okur ve gıyabında takdir ederiz. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ise binlerce kez aklını ve hızlı karar alma, karar verme becerisi ile yok olmaya yüz tutmuş bir milleti, çağdaş, uygar, tam bağımsız bir millet haline getirmiştir ki, emsali de yoktur. Vasat zekâmızla belki birkaçını yapma ya da gerçekleştirme gayretimizi, mücadelemizi ortaya koyabiliriz. Tarih kitapları ve günümüze ulaşan görsel kanıtları defaten gözden geçirelim, strateji kelimesini anlamamıza yardımcı olacağı gibi, Atatürk stratejilerinin emsalsiz ve tek olduğunu da görmemizi sağlayacaktır. 29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanına kadar yoktan var edilen bir milletin iradesiyle, kaybedilmiş vatan topraklarının yaşadığımız misak-ı milli sınırları ile yeniden bayrağımızın dalgalanmasını sağlamak. Büyük ve canla başla yapılan savaşlar, kurtuluş savaşı, mücadelesi başarı silsilesinin çok ama çok küçük bir kısmı. Cumhuriyet ilanı sonrası yapılanlar;
Cumhuriyet’in İlanı (29 Ekim 1923)
23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’yle, kurulacak olan yeni Türkiye’nin adımları atılmıştı. Fakat TBMM hükümetinin ülkeyi yönetmesi için belirlenen bir yönetim biçimi yoktu. Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin Cumhuriyet rejimiyle yönetilmesini istiyordu. Atatürk’ün ülkenin yönetim biçiminin cumhuriyet olmasını istemesinin sebebi; rejim sorunu, başkanlık sorunu, ulusal iradenin egemen olmasının hedeflenmesi ve devletin adının bulunmaması gibi etkenlerdi.
Cumhuriyet rejimin ilan edilebilmesi için saltanatın kaldırılması gerekiyordu. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldıktan sonra cumhuriyetin ilan edilmesi için ortada hiçbir engel kalmamıştı. Cumhuriyetin ilanına kadar hükümet, TBMM hükümeti ismini taşıyor, meclis başkanı aynı zamanda hükümet başkanlığı görevini de üstleniyordu. Bu durumda devlet başkanlığı koltuğu boşluktaydı. 25 Ekim 1923’te hükümetin istifasıyla bir kriz oluştu. Bu kriz Mustafa Kemal’e cumhuriyeti ilan edebilmek için beklediği fırsatı verdi. 28 Ekim 1923 gecesi Çankaya Köşk’ünde dostlarına “Efendiler, yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz!” diyerek rejimi belirlemiş oldu. 29 Ekim 1923 günü 1921 Anayasa’sının bazı maddeleri değiştirilerek “Türkiye Devleti’nin yönetim biçimi cumhuriyettir.” ifadesi eklendi. Böylelikle cumhuriyet resmen ilan edilmiş oldu.
Cumhuriyet’in ilanından sonra devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak belirlendi. Devlet başkanının Cumhurbaşkanı olmasına karar verildi. Cumhurbaşkanı yapılan oylamayla Mustafa Kemal Atatürk seçildi. Hükümeti kurma şekli değiştirilerek kabine sistemine geçildi. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” ilkesi hayata geçirilmiş oldu.
Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
Halifeliğin yapılacak inkılâpların önünde engel olarak görülmesi, milli egemenlik ilkesiyle ters düşmesi, cumhuriyet rejimini istemeyenlerin halifenin etrafında birleşmesi ve Halife Abdulmecit’in kışkırtmalara gelerek kendisini siyasi ve dini lider olarak görmesi gibi sebeplerle halifeliğin kaldırılması isteniyordu.
1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla yetkisi sadece dini konularla sınırlandırılan halifelik makamı da 3 Mart 1924’te Mustafa Kemal Paşa tarafından kaldırıldı. Halifelik kaldırıldıktan sonra din konusunda halkı aydınlatmak ve din işlerini yürütmek için Şeriye ve Evkaf Vekâleti yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Böylelikle laik düzenin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu.
Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi (1924)
Mustafa Kemal Atatürk, 1924’te çıkardığı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim ve öğretimde birlik sağlamayı amaçlıyordu. Medrese-mektep ikiliğinin ortadan kalkması için ilan edilen kanunla tüm okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı ve bu sayede eğitimde birlik ve devlet denetimi sağlandı. Yabancı ve azınlık okullarının zararlı faaliyetleri önlendi. İlköğretim zorunlu ve ücretsiz hale getirildi. Medreselerin kapatılmasıyla İlahiyat Fakülteleri ve İmam Hatip okulları açılmasına karar verildi. Türkçe, Tarih ve Coğrafya dersleri Türkçe okutulmaya başlandı. Ayrıca bu kanun sayesinde ulusal eğitim anlayışına geçilerek muasır medeniyetler seviyesine bir adım daha yaklaşıldı.
Mecellenin Kaldırılması (1924-1937)
Türkiye Cumhuriyet’inde oluşturulan yeni batılı yaşam anlayışı, hukuk alanında da yenilikler yapılmasını gerektiriyordu. Toplumun uygar hukuk ihtiyaçlarını 19. yüzyılda oluşturulan Mecelle karşılıyordu. Mecelle’nin temelleri dine dayandığı için laiklik ilkesine ve uygar medeniyet anlayışına ters kalan yasalar bulunuyordu. Bu nedenle yerine geçecek bir Türk Medeni kanunun hazırlanması gerekiyordu. Medeni kanunun hazırlanmasının önündeki tek engel Mecelle idi. 17 Şubat 1926’da Medeni kanunun kabulüyle Mecelle kaldırılmış oldu.
Şapka Kanunu (25 Kasım 1925)
Şapka devriminin Atatürk’ün yaptığı yenilikler arasında önemli bir yeri vardır. Bu kanunla hem halkın yapılan yenilikler karşısında tepkisi ölçülmüş hem de diğer yeniliklere bir zemin hazırlanmıştır.
Eylül 1925 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından devlet memurlarının şapka takması önerildi. Ancak mecliste kanunun anayasaya aykırı olduğu yönünde anlaşmazlıklar çıktı. Mustafa Kemal Atatürk, Kastamonu’ya düzenlediği bir gezide halka şapkayı tanıttı. Bu anlaşmazlıklara rağmen 25 Kasım 1925’te Şapka Kanunu meclisten geçerek kanunlaştı ve devlet memurlarının fes, sarık, peçe vb. aksesuarları takması yasaklanıp şapka takmaları karara bağlandı.
Kılık Kıyafette Değişiklik (1925-1934)
Osmanlı’da yaşayan insanlarda kılık kıyafet konusunda birlik yoktu. Devlet memurları rütbelerine göre, halk ise yaşadığı yöreye göre kıyafet giyiniyordu. Uygarlaşma yolunda çalışmalar yapılan yeni Türkiye’de ise kılık kıyafetin bir olması isteniyordu. Bu nedenle kılık kıyafette değişiklik yoluna gidildi. Kıyafet inkılâbını halka açıklamak ve tanıtmak isteyen Mustafa Kemal, 25 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya bir gezi yaptı. Bu gezide “Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır. Medeni ve milletlerarası kıyafet milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz.” diyerek halkı da kılık kıyafet inkılâbını uygulamaya davet etti.
Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik (1925-1935)
Osmanlı devletinde kullanılan takvim, saat ve ölçüler diğer milletlerden oldukça farklıydı. Bu farklılıklar sosyal ve ekonomik alanlarda sorunların yaşanmasına ve anlaşmazlıklara neden oluyordu. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin diğer ülkelerle olan ilişkilerini kolaylaştırmak amacıyla takvim, saat ve ölçülerde değişiklik yoluna gidildi. Bunun sonucunda Hicri ve Rumi takvimler, Miladi takvim olarak değiştirildi. Alaturka saat yerine uluslar arası saat kullanılmaya başlandı. Arap rakamlarının yerini modern rakamlar aldı. Okka, endaze, arşın gibi ölçü birimlerinin yerine metre, litre, kilogram gibi ölçü birimleri getirildi. Ayrıca sadece Cuma günleri yapılan tatil yerine Cumartesi ve Pazar günleri tatil yapılmasına karar verildi.
Medeni Kanun Kabulü (1926)
Osmanlı devleti döneminde uygulanan hukuk kuralları toplumsal ihtiyacı karşılayamayacak nitelikteydi. Aile hayatı, miras, evlilik vb. konularda erkeklerin kadınlardan daha çok üstünlüğü vardı. Bu da laik hukuk ve devlet anlayışına ters kaçmaktaydı. Bu nedenle Avrupa’da uygulanan medeni kanunlar incelenerek Türkiye Cumhuriyeti devleti için en uygun olanın İsviçre medeni kanunu olduğuna karar verildi. Bu kararın verilmesindeki sebepler ise; İsviçre medeni kanununun Türk aile yapısına en uygun olan olması, kadın-erkek eşitliğine dayanması ve demokratik olmasıydı. Kanun yeniden düzenlenerek ve tercüme edilerek Türk medeni kanunu olarak kabul edildi.
Medeni kanunun kabulüyle;
Çok eşli evlilik yerine tek eşli evlilik getirildi.
Resmi nikâh zorunlu hale getirildi.
Kadınlara toplum yaşayışı içinde dilediği mesleği seçme hakkı verildi.
Miras paylaşımında kadın ve erkeklere eşit haklar sağlandı.
Kadınlara da boşanma hakkı verildi.
Türk Kadının Siyasi Haklara Sahip Olması (1926-1934)
Cumhuriyetin ilanından sonra toplumda ihmal edilen ve ikinci plana atılan kadın hakları önem kazanmıştı ve kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip olmaya başlamıştı. Medeni kanunun da kabul edilmesinden sonra kadınların toplumda sahip olduğu değer artmaya başlamıştı. 1926 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkının da getirilmesiyle kadınların da siyasi hayatta etkin olması sağlandı. Öncelikle 3 Nisan 1930’da kadınlara belediye seçimlerinde oy kullanma hakkı verildi. 1933 yılında ise kadınların muhtarlığa ve ihtiyar heyetine seçilebilmek için seçimlere girmesi sağlandı. Birçok Avrupa ülkesinden önce, 1934 yılında kadınlara parlamentoda vekil olabilme hakkı da tanındı. Böylelikle kadınlar da siyasette erkekler kadar söz sahibi olabildi ve yönetime katılabildi.
Kabotaj Kanunu (1 Temmuz 1926)
Kabotaj kelime anlamı olarak, bir devletin kendi limanlarına ticaret konusunda tanıdığı ayrıcalık demektir. 1 Temmuz 1926’da ilan edilen Kabotaj kanunuyla Marmara denizi ve boğazlarda, bütün akarsu ve göllerde, bütün kara sularında gemilerle mal ve yolcu taşıma hakkı Türk vatandaşlarına verildi. Yabancı gemilerin ise sadece yabancı ülkelerin limanları ile Türk limanları arasında insan ve yük taşıyabileceği kabul edildi.
Harf Devrimi (1 Kasım 1928)
Yeni kurulan bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ne, Osmanlı devletinde kullanılan Arap alfabesi çeşitli problemler yaratıyordu. Ayrıca dinsel anlamları olan bir alfabe olduğu için, okuma yazması olmayan halk Arap alfabesiyle yazılan her esere dini açıdan yaklaşmakta ve sadece okuma yazma bilmek bile dinle ilişkilendirilmekteydi. Bu da halkın yanlış yönlendirilmesine sebep olmaktaydı.
Alfabenin değiştirilmesi ve uygar Türk alfabesine geçilmesi için bir “Alfabe Komisyonu” oluşturuldu ve yeni alfabe için çalışmalara başlandı. Milli kimliğimizi kazanmamız açısından çok büyük önem taşıyan harf devrimi Atatürk’ün yeni harfleri kullanarak İsmet İnönü’ye yazdığı mektupla tamamlanmış oldu. Mektupta şöyle diyordu; “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum.”
Atatürk’ün, aynı akşam Sarayburnu’nda halka söylediği “Bugün yapmak zorunda olduğumuz çok değerli bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmek. Kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya, bütün yurttaşlara öğretiniz. Bunu yurtseverlik görevi biliniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki bir ulusun, bir sosyal topluluğun yüzde onu ancak okuma yazma bilir, yüzde doksanı bilmezse, bundan insan olanların utanması gerek.” sözleriyle de halk inkılâbı resmen ilan edildi.
Atatürk yazıyı değiştirecek devrimi anlatmak içinde yurdun birçok bölgesinde tahta başında yeni harfleri vatandaşlara tanıttı. Harf devriminin ilanıyla Türkiye devleti batı medeniyetleriyle ve kültürleriyle yakınlaşma sağladı. Bu nedenle harf devrimi sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda çok büyük yankı uyandırdı. Harf devrimi sayesinde okuma yazma oranı da arttı ve okuma alışkanlığı da topluma kazandırılmış oldu.
Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934)
Osmanlı devletinde soyadı yerine lakap kullanılıyordu. İsimlerin yanında ailelerin unvanı, doğum yeri veya babalarının isimleri bulunuyordu. Bu durum devlet işlemlerinde karışıklıklara sebep oluyordu.
Karışıklıkları gidermek için 21 Haziran 1934’te soyadı kanunu çıkarıldı. Bu kanuna göre “ağa, molla, hafız, paşa, efendi” gibi unvanlar kullanılması yasaklandı. Her Türk vatandaşı kendi adının yanına aile üyelerinin de ortak kullanacağı bir soyadı seçecek ve onu kullanacaktı.
24 Kasım 1934’te Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya “Atatürk” soyadı verildi. Bu soyadı kendi akrabaları da dahil olmak üzere kimseye verilmemesi kararı alındı.
Laiklik İlkesinin Anayasaya Eklenmesi (1937)
Saltanatın ve hilafetin kaldırılması, Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine sadece din işleriyle ilgilenecek Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi yeniliklerle oluşturulmaya çalışılan laiklik ilkesi, 1924 Anayasa’sındaki “Türkiye devletinin dini İslam’dır” ibaresinin kaldırılmasıyla yasallaştırıldı. 5 Şubat 1937’de anayasanın 2. maddesine Türkiye’nin laik bir devlet olduğunun yazılmasıyla laiklik devrimi tamamlandı.
..
Önceleri çokça olmuştur da, günümüz çalkalanmaları, dengesiz ve tutum ve davranışlar, uygulama halleri ve hukuk devleti olmamızla birlikte, tekke, zaviye, tarikatların günümüzde ki hal ve hareketleri, mide bulandırır iğrençlikteki tavırları. 1937 Yılında laikliği hayata geçiren Atatürk ve 10 Kasım 1938’ de bu Dünya’dan göçü. Hiç değilse 10 yıl daha yaşasaydı ülkemiz şimdi nasıl olurdu? Sorusunu sorduk, aklımızdan geçirdik değil mi? Gözlerimiz parladıktan sonra, kaybetmiş olmanın gerçekliğiyle yüzleşerek.
Mir Murat Demir
Yorum Yazın