Doğu Anadolu’da, Yukarı Fırat bölgesinin tarihî ve eşsiz güzellikleri ile bilinen kadim şehri Elazığ’da, 1961 yılında dünyaya geldim. Genç cumhuriyetin ilk kuşakları arasında yer alan babam idealist öğretmen Hüseyin Akdağ’ın 1966 yılında tayini İstanbul’a çıkınca gezgin ruhumun ilk yolculuğu da başlamış oldu.
Kabıma sığmayacağım daha beş yaşımda belli olmuştu. Napolyon Bonapart’ın “Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” dediği eski Osmanlı
başkenti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük şehrine taşındığımızda, ileride beni bekleyen maceralı hayatın henüz farkında bile değildim.
Beş yaşıma kadar yaşadığım bölge küçük bir şehirdi ve o yıllarda teknolojiyle ilişkisi henüz çok sınırlıydı. Dünyamı zenginleştiren oyuncaklarım teneke otomobillerden, çember ve rulmandan yapılmış iki tekerlekli bir patenden ibaretti.
Öğrencilerini iyi bir geleceğe hazırlamak için canla başla çalışan idealist öğretmen babam Hüseyin Akdağ, oğullarının gelişimi için de hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. İstanbul’da yaşamaya başlamamızla birlikte oyuncakların tipi de değişti. Daha karmaşık, mekanik ve elektrikli oyuncaklar,
benim elimde içlerindeki mekanizmanın öğrenilmesi gereken birer muammaya dönüşüyordu. Tabii içimdeki merak duygusuyla kurcalayıp daha ilk gününde
bozduğum oyuncaklar yüzünden babamdan azar işitmişliğim de çoktu…
Bir gün, babamın elinde, daha önce hiç görmediğim tipte bir oyuncak gördüm.
Şimdiye kadar gördüğüm oyuncakların hepsinden farklı bir görünüme sahipti.
Elime almak için yanıp tutuşuyordum. Cesaretimi toplayıp babamdan istedim, o da oğlunu kırmadı. Çekine çekine o tuhaf oyuncağı elime verdi.
Önünde dönen bir silindir, üzerinde ise bir düğme vardı. Düğmeye bastım, çok hoşuma giden bir “klik” sesi geldi. Düğmeye bir daha bastım ama bu kez aynı
ses gelmedi. Şimdiye kadar oynadığım ve kurcalayıp bozduğum oyuncaklar ya bana ya da kardeşlerime aitti. Ama bu kez elimde şaşkınlıkla incelediğim “oyuncak” babama aitti ve o da pür dikkat beni izliyordu.
Sanırım babamdan çekindiğim için daha fazla kurcalamadım ama o “klik” sesi beynimde yankılanmaya devam etti. Babamın gözlerinin içine bakarak sağ işaret parmağımı yine aynı düğmeye götürdüm.
Bastım, bastım, bastım…
Bir türlü klik sesi gelmiyordu. Daha sonraları öğreneceğim üzere öğrencilerinin merak duygusunu ve yeteneklerini keşfetmekte usta olan babam, aslında o gün
hayatımı şekillendirecek ilk adımı atmama vesile olmuştu.
O “klik” sesi adeta beynimde yer etmişti. O oyuncaktan bir daha kopamadım.
Elime alıp uğraştığım şeyin ne olduğunu kısa zamanda öğrendim, o bir fotoğrafmmakinesiydi ve ben sadece yedi yaşındaydım.
Fotoğraf makinesiyle kurduğum dostluk bütün hayatıma yön verecekti.
İstanbul’un seçkin ailelerinin oturduğu Çiftehavuzlar’daki 50. Yıl Tahran Anadolu Lisesi’nde okurken, arkadaşlarım babalarının pahalı otomobillerini kaçırıp Bağdat Caddesi’nde piyasa yapardı. Bense gizli gizli babamın fotoğraf
makinesiyle fotoğraf gezilerine çıkıyor, çektiğim fotoğrafları yine babamın evde kurduğu karanlık odada banyo edip karta basıyordum.
Daha on sekizime basmadan, fotoğrafta çömezlik dönemini çoktan geride bırakmış, fotoğrafçılığı tüm yönleriyle bilen bir ustaya dönüşmüştüm. O yıllarda fotoğraflarım hep siyah-beyazdı ama on yıllar sonra her şeyin dijitalleştiği bir
dünyada bile siyah-beyazdan hiç vazgeçmedim. Siyah-beyaz fotoğrafın kontrast özellikleri ve derinliği beni hep etkiledi.
Fotoğrafta ilk dönem merakım manzaraydı. Okuldan arkadaşlarım gününü gün ederken ben İstanbul’un altını üstüne getiriyor ve beni etkileyen her manzarayı
çerçeveme sığdırmaya çalışıyordum. Daha lise bitmeden İstanbul manzaraları bana yetmemeye başladı. Fotoğraf gözünüz varsa dünyayı kadrajla görmeye
başlıyorsunuz ve o gözler hep yeni şeyler arıyor. İstanbul’da güneşin doğuşu dambatışı da hiç değişmiyordu. Sadece manzaralar değil, çevremdeki insanlar da hep aynıydı.
Yeni renkleri, yeni yüzleri bulacağım alanı biliyordum: GAZETECİLİK!
Objektifimde yeni şeyler görebileceğim, renkli dünyalar keşfedebileceğim yeri bulmuştum. Gazetecilik fotoğrafın konuştuğu meslekti. Ve bu iştiyakla yenimkurulmuş olan Güneş Gazetesi’nin kapısından içeri girdim. Takvimler 1983
yılını gösteriyordu. Gösterişli bir fiziğe sahiptim ama sonuçta Anadolu kökenlimolmam nedeniyle mesleğin İstanbullu duayenleri önceleri beni küçümsediler.
Beni küçümseyen gözlere en güzel yanıtı yedi yaşımdan beri elimden düşürmediğim babamın oyuncağı ile verdim.
Her “klik” sesinde gazetecilik kariyerimde şöhret basamaklarını birer ikişer tırmandım. Güneş Gazetesi’nden yeni kurulan Şey magazin gazetesine transfer
olduğumda artık deneyimli bir magazin gazetecisi sayılıyordum. Yaşım henüz 25 bile olmamıştı. Bulvar basının en sıra dışı gazetelerinden Tan’ın milyonlar
sattığı dönemde en acar muhabirlerinden biriydim. Oradan basında henüz emekleyen ancak hızla öncü bir gazete hâline gelen Sabah’a transfer oldum.
Hem Sabah hem de kardeş gazete Yeni Asır’da birbirinden önemli foto haberlerim yer alırken artık Türk basınının tanınan isimleri arasında adım anılır olmuştu. Günaydın’da çalıştığım seksenlerin sonu ve doksanların başı, medyada
değişim rüzgârlarının yaşandığı yıllardı. O yıllarda Asil Nadir fırtınası esmeye başladı ve ben spor gazeteciliğinde farklı bir soluk olan Fotospor’da bir yeniliğe imza atarak magazin ve sporu buluşturdum. Fotospor serüveniyle meslekte onmyılı devirmiştim.
Heyecanı ve adrenalini yüksek, korkusuz, cesur ve atletik yapımla medyada sadece çalıştığım kurumların değil, rakip gazetelerin yöneticilerinin de dikkatini
çekmiştim ve teklif üzerine teklif alıyordum. Artık alanımda tanınan ve aranan bir isimdim.
Magazin gazeteciliğinde belli bir noktaya gelmiştim ve sosyal çalışmalarıma damhız verdim. Hep kafamda olan bir dernek oluşumu için nabız yokluyordum ve sonunda İstanbul’un kalbi olan Şişli’de Magazin Gazetecileri Derneği’ni mesleğin duayeni arkadaşlarımla birlikte hayata geçirdim. Bu dernek sayesinde
meslektaşlarımızın başarılarını ödüllendirme, onları bir arada tutma, mesleğe yeni başlayan ya da desteğe ihtiyacı olan tüm meslektaşlarımıza kol kanat germe imkânı elde ettik.
On yıldır aynı şeyleri yapıyordum, renkli hayatlar üzerine çalışsam bile tekdüzelik bana göre değildi. Yenilik arıyordum. Türkiye’nin ilk tabloid kuşe sosyete dergisi Alem’i hayata geçirdim. Bu, aynı zamanda kuşe tabloid günlük
ve haftalık gazete akımının da başlamasını sağladı. Hâlen yayınlanmakta olanmAlem o kadar başarılı oldu ki, magazin haberleri artık gazetelerin renkli unsuru olmaktan çıkıp bağımsız birer medyaya dönüştü.
Alem’in başarıları büyük bir tatmin sağlamıştı, ancak benim için yeterli değildi.
Türkiye’de daha önce hiç denenmemiş bir fikri uygulamaya soktuk ve Alem dergisini TV programına dönüştürdük. O yılların fenomeni olan ilk özel TV’lerden ATV projenin âdeta üzerine atladı. Alem programının yayınlandığı
gecelerde sokaklar boşalıyordu. Bu büyük başarıyla iddialı bir şekilde yayınambaşlayan Kanal 6’dan çok cazip bir teklif aldım. Artık bir TV kanalının magazin ve program müdürüydüm. Aynı zamanda dönemin reyting rekorları kıran
magazin programı Top Secret’ı yapmaya başladık. Program gerek çekim ve kurgusu, gerek magazin haberciliğine bakışıyla âdeta bir devrim yarattı. Bugünmaradan geçen neredeyse 30 yıllık zaman diliminde bile hâlâ Top Secret türevleri ekrana sürülüyor.
TV maceram ilkleri başaran öncü bir gazeteci olarak Kanal D’de yapımcılık, TGRT’de program müdürlüğü ve genel müdür yardımcılığının yanı sıra, Show TV ve Star TV’de gerçekleştirdiğim yüksek reytingli programlarla sürdü.
Ekranlara yeni bir soluk getiren Kanal T televizyonunun genel yayın yönetmenliğini de üstlendim.
Sabah kuşağının alanındaki ilk programı olan Dobra Dobra, 2008 yılında Kanal D’de yayına girdiğinde, sosyal bilimlerin inceleme sahasına girdiğimizin henüz farkında bile değildim.
Bugün benzeri programlarla dolan Türk TV ekranları dolayısıyla toplum olarak merak ve ilgi alanlarımızın sığlığını gözler önüne seren ilk ekran fenomeni ve öncüydü eski eşim Müge Anlı’yı ekran önüne taşıdığım bu kuşak programı.
Dobra Dobra bir nevi adı konmamış sosyal bir test ve toplum için bir turnusol kâğıdıydı.
Magazin Gazetecileri Derneği’ni 1992 yılında hayata geçirmiştim ama sosyal çalışmalarım onunla sınırlı kalmadı. Engelsiz Yaşam Vakfı’nın kuruluşu için büyük çaba harcadım ve kurucu üyesi oldum. Engelli kardeşlerimin hayatına bir
nebze de olsa dokunmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Ayrıca İstanbul Lale Vakfı yönetim kurulu üyesiyim. Türkiye’nin üç büyük spor kulübünden biri olan Beşiktaş Futbol ve Jimnastik Kulübü’nde kongre üyesiyim. Türkiye Gazeteciler
Cemiyeti üyesiyim. Altı yaşından beri fotoğraf çeken, 41 yıllık bir gazeteci olarak, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından verilen Türkiye Cumhuriyeti sürekli basın kartı sahibiyim. İki kitap yazdım: “Koynumdaki Yılan” ve “Dostlarının Kaleminden Yılmaz Ulusoy”
Doksanlı yıllara damgasını vuran Prestige Müzik firmasında genel müdürlük yaptım. O süreçte Türkiye’de büyük bir ivme kazanan pop müzik şarkıcılarının birçok klibinin yönetmenliğini üstlendim. Fransızlar tarafından çekilen “Off Karadeniz” filminde bir din adamını canlandırdım.
2014 yerel seçimlerinde Beşiktaş Belediye Başkan Adayı oldum, seçimi kazanamadım ama seçilen başkan Av. Murat Hazinedar’a görevde olduğu dört yıl boyunca danışmanlık yaptım.
Danışmanlık görevimin sona ermesinden sonra aylık sosyete ve magazin dergileri Elite ve Bonjour dergilerini çıkardım.
Sosyete ve magazinin yanı sıra spor basınında da adını duyurmuş bir gazeteci olarak Güney Kore – Japonya işbirliğiyle düzenlenen 2002 Dünya Kupası’nda görev aldım. Birçok şampiyonlar ligi finali ve eleme maçında çektiğim
enstantaneler Türk basınında yer aldı.
Sadece objektifin ardında değil, önünde de oldum. 1989 yılında Zodyak bot ile İstanbul’dan Antalya Kaleiçi’ne gerçekleştirdiğim seyahat, gazetelerde yazı dizisi hâlinde, çarpıcı fotoğraflarla yayınlandı. Risk almayı seven, gözü pek bir
gazeteci olarak, 1989 yılında Romanya Halk Ayaklanması’nı da 1992 yılında Saraybosna savaşını da ölümü göze alarak izledim. Çektiğim fotoğraflar Türk basınında manşetleri süsledi.
Fotoğraf çekmeyi, otomobil kullanmayı, futbolu, yüzmeyi, dalmayı ve arşivciliği tutkularım arasında sayabilirim.
Meslekte geçirdiğim yaklaşık 41 yıla belki 80 yıllık anı sığdı ve tabii ki ona paralel yürüyen özel yaşamıma da üç büyük ziynet, üç evlât…
Klik sesiyle yön bulan hayatımın üç vazgeçilmezi var:
Klik sesi,
Üç yavrum
ve Beşiktaş…
Vazgeçilmezlerim.. Onlar benim VARLIĞIM..
Fotoğraf makinesini 7 yaşında tanıdım demiştim..
Bir başka gerçekle daha tanıştım 7 yaşında.. Hala arkasında durduğum bir yemin..
Unutturmak isteyenlerin bir türlü unutturamadığı büyük gerçeğim.. Yazı ve
benim gerçeğim şöyle bitiyor;
“VARLIĞIM, TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN..
NE MUTLU, TÜRKÜM DİYENE..”
“Burhan AKDAĞ da kim?” diye soran olursa, bilsin istedim..
Bundan böyle sadece Haber caddesindeyim, Haftaya bomba gibi haberlerle buluşmak üzere kalın sağlacakla dostlarım…
BURHAN AKDAĞ
GAZETECİ - YAZAR
Yorum Yazın