İncilay ÖZDEMİR
Yolum, Şişli Belediyesi'nin emekliler için yaptırdığı lokale düştü. Hava da çok güzel. Hem lokali göreyim, hem de bir çay içeyim dedim. Çayının çok güzel olacağını tahmin etmiştim. Ama fiyatının beni şaşırttığını söyleyebilirim. Sadece yirmi beş kuruşmuş.
Bahçedeki masa, sandalyeler dolu olduğu için, önü camekanlı, kapalı yerinde, kendime güçlükle yer bulabildim. İçeride ne bir televizyon, ne de müzik sesi var. Yaşlı hanımlar, adamlar, oldukça kasvetli, kahvehane görünümündeki yerin, çeşitli köşelerini kapmışlar,. Ya çaylarını yudumluyor, ya örgü örüyor, ya da gazete okuyorlar. Salon küçük olduğu için, konuşulanlar çok net biçimde duyuluyor. Sözler, sanki bir ok gibi fırlıyor, her bir tarafa dağılıyor.
Yaşlı ve gözlüklü bir hanım:
" Aaa! Kasap yere düştü" diye bağırıyor.
Bütün gözler bahçeye çevriliyor. Eraftakiler, bir adamı yerden kaldırarak, sandalyeye oturtmaya çalışıyorlar. Herkes, başına toplanmış. Ben ise, adamın bir çift eski ve tozlu ayakkabısından başka bir şey göremiyorum.
" Hemen ambulans çağırıyorum." diyor çaycı.
Bu arada, kendisinden daha kıdemli birinden:
" Yahu, gel de şu bulaşıkları yıka. O kadar insan var, sen işine bak, haydi." diye fırçayı yiyor.Ambulansı beklerken, hastanın tansiyonunu ölçüyorlar. Yirmiye çıkmış.
Birisi, elinde limon suyuyla koşuyor. Adama içirmeye çalışıyor:
" İç, iç iyi gelir."
Her kafadan bir ses çıkıyor:
"Ne inatçıdır o. İnadından içmiyor."
"Ekşi ya, ondan içmiyor. Oğlu yok muydu bunun?"
" İki oğlu var, iki.
Örgüsünü ören bir kadın, gözlüğünün üzerinden, kalabalığa doğru bakarak konuşuyor:
" Oğlu olsa ne olacak? Evler ayrı, dertler ayrı. Ben bir hafta hasta yattım da, çocuklardan kapımı çalan olmadı. Ah, ah, yaşlılık çok kötü."
Paltolu, sert yüz hatlı, yaşlı adayı bir bey, en gür sesiyle, emekliler lokalini inletiyor:
" Adam olsaydı, evlatları yanında olurdu."
Adamın sözleri, balyoz gibi iniyor tepeme. Şimdi de, bu düşüncesiz adamın lafı üzerine tartışmalar başlıyor. Kimi onu acımasız buluyor, kimi de ne yazık ki haklı...
Sanki herkes, evlatları yanında dolaşıyor. Onların da kendilerine göre işleri, güçleri, yaşam mücadeleleri yok mu? Adamın gaddarlığı, son derece sinirime dokunuyor. Adam, her fırsatta düşene tekme atan ve bundan zevk duyan tiplerden biri.
Kalabalıktan gelen sesler, kafamın içinde patlıyor adeta:
" Ambulans nerede kaldı, ambulans?
" Az kaldı az. Nasıl olsa, hepimiz öleceğiz. Az önce, kağıt oynuyordu adamcağız. Her şey bir anlıkmış, bir anlık."
Sesi titrek bir kadın:
" Millet parayı biliyor, başka bir şey bilmiyor. Benden paralarımı koparana kadar, ana ana diye peşimde dolaşıyordu benimkiler. Hani neredeler şimdi?"
" Bakın, bakın ambulans geldi işte.
Sadece bir yudumunu zevkle içebildiğim çayım, buz gibi olmuş. Baktım, çayım gibi ellerim de soğumuş.
Artık benim için gitme vakti. Masadan yavaşça kalkıyorum. Neredeyse parmak uçlarımda yürüyerek, bir hayaletmişcesine uzaklaşmak istiyorum oradan.
Yüzünde derin kırışıklıklar olan bir kadın, kendinden beklenmeyecek bir güçle kolumu tutuyor:
" Saat kaç evladım?"
Koluma bakıyorum. Ama boşuna. Saat takmadığım, sonradan aklıma geliyor:
" Saatim yok." diyorum...
Bir adam gevrek gevrek gülüyor. Kadına laf yetiştirmekte gecikmiyor:
" Saat kaçsa ne olur, kaçmasa ne olur? Ne yapacaksın, çok mu lazım? Dünyayı kurtaracaksın sanki."
Gülmekle gülmemek arası, garip bir mimik yaparak atıyorum kendimi dışarı.
Ne çok mutsuzluk biriktirmişiz biz insanlar. Hayat bizi nasıl da yaralamış. Sevgisiz, saygısız büyümüş, itibarsızlaştırılmış, hayattan hoyratça koparılmışız. Bazen acılarımızı unutmak için, başkalarının acılarıyla avutmuşuz kendimizi. Bütün haklarımız elimizden alınmış. Güzelce yaşlanabilme, bilgeliğe erişebilme, insanlığa dokunabilme hakları...
Yol boyunca düşünceler beynimden geçerken, uygarlığa giden yolu arıyorum. Biliyorum ki, asırlar geçse de, vicdanları sorgulamadan bu yola asla çıkılmayacak...
Yorum Yazın